Kuram ile kılgı ayrık mıdır?
Sorulduğu kesinlikle bilinen sorulara dayanaksız yanıtlar dizimizin birinci kerli ferli yazısı.
Praksis üzerine
Ne zaman birisi, hele bir de Marksist olduğunu öne süren birisi, kılgının (pratiğin) kuramdan (teoriden) beslenmesi gerektiğini söylese bir irkiliyorum. Herhalde benden daha çok okuyup bildikleri, Marksizmi benden çok daha ileri bir kavrayışla anladıkları için olsa gerek deyip geçemiyorum. Benim güdük ve yüzeysel kavrayışıma göre Marksizmde kuram ve kılgının ayrık şeyler diye düşünülmesi olanaksızdır. Marx'ın deyim yerindeyse metafiziği buna elvermez. Şu kadar ki Marx'a göre praksis, insanın tarihsel ve özdeksel bilincinin bir işlevi, bir deyime dışavurumudur. Ancak bu dışavurum, özdeksel koşullarca sınırlanmamış bir istenç özgürlüğünü tanıyan liberalizmin içinde bulunduğu idealist kuramlar yığınından başkadır. İstemli bir eylemin değil insanın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir edimin sonucu olarak kılgısal olan, eylemin içinde gerçekleştirildiği bütün bir yaşama dünyasıyla ilişkilidir. Bu bağlamda her insan, tarihsel ve özdeksel bakımdan kendi durumunu, somut ve özdeksel koşullarını bir ölçüde kavrar ve ona göre eyler. Burada Marksist yazından veya diğer yapıtlardan yararlanmaksızın çözümleyici bir girişimde bulunmak istiyorum. Bu nedenle şimdi, özdeksel ve tarihsel koşulların dışavurumu olarak eylemin kuramsal yönüne değil edimsel (actual) yönüne odaklanacağım.
Betimsel ve edimsel
İnsanın, özellikle bireyin, kendi tarihsel ve özdeksel koşullarını kavrayışının gerçekliğe ne ölçüde uygun düştüğü sorusu sorulabilir. Ama sözünü ettiğimiz kavrayışın seçik bir kavrayış olmadığını gözden kaçırmamak gerekir. Yani bu koşulların açıkça bilinebileceğini ve dile getirilebileceğini söylemiyorum. İnsanın kendi eylemlerinin nedenlerine ve gerekçelerine ilişkin olarak benimsediği açıklamalar, eylem sırasında izlediği düşünce izleğini ve duygu durumunu doğrudan doğruya yansıtamazlar. Bu açıklamaların kendileri, başkaca özdeksel koşullara bağlı olarak belirlenmiş olmakla özgül bir kimlik kazanırlar. Böylece felsefece bir ayrım yapmamıza olanak sağlayan bu kimliğin iki yönü olduğunu savunabilirim. İlk olarak eylemin içsel betimlenişini yani özyaşamöyküsel yorumunu ele alabilirim. İkinci olarak eylemin dışsallığını, edimselleştirildiğinde ortaya çıkan biçimini ele almalıyım. Bu ayrım, kuram ile eylemi birbirinden bir deyime varlıksal açıdan ayıran tutumdan başkadır. Burada savunduğum kavrayışa göre kuramsal ve kılgısal olanın betimlenişi arasında bir geçişlilik olduğu gibi düşünsel ve edimsel süreç arasında doğrudan bir ilişki vardır.
İdeoloji ve ikicilik
Böyle bir tartışmada sınıf bilincine ya da ideolojiye değgin incelemelere geçmem gerektiğini düşünebilirsiniz. Ancak eylemlerin hem içsel hem dışsal niteliklerini değerlendirmede sapıldığını söyleyebileceğim hatalı yollara girmekten kendimi men etmedikçe böyle bir girişimde bulunmak istemiyorum. Öncelikle sözünü ettiğim içsel betimleme ve dışsal edimselleştirmenin ayrı özdeksel gerçekliklerden beslenmediğini belirtmeliyim. Tersine, her ikisi bakımından, aynı öznenin içinde yer aldığı aynı tarihsel ve özdeksel koşullar işler.
Özneye sapış
Özne, birey olmak zorunda değildir. Bu uyarı göz ardı edildiğinde, sınıfın kendisini bir özne olarak düşünürken bir birey için kullandığımız bilinç kavramını ve soyutlamasını kullanmanın sorunlu sonuçlarıyla karşılaşılır. Çünkü özne kavramının bir birey değil bir toplumsal oluşum için kullanılması durumunda, bir birey için kullanıldığındaki gibi belirli eylem ve düşünceler arasındaki ilişkilerden söz edilmesi neredeyse olanaksız duruma gelir. (Birey için de böyle bir ilişkinin doğrudanlığının savunulamayacağını düşünüyorum ama bu başka bir konu.) Örneğin bir sınıfın, diyelim burjuvazinin, gerçekleştirdiği eylemde bir istencin yansıması olarak yalnızca bir kararın ve tek bir istemin yönlendirici olduğunu söylemek hatalıdır. Çünkü burjuvazi bir özne değil, sınıftır. Sınıflar kararlar almaz, kuramsal çözümlemelerde ve kılgısal değerlendirmelerde bulunmazlar. Sınıflar, içinde bulundukları tarihsel ve özdeksel koşullarda kendi yapılarının gerektirdiği eylemleri gerçekleştirdikleri bir edimsellik kurarlar. Bunun bir bilince bağımlı olduğunu söylemek, sınıfın bilinçli bir yapı belirttiğini söylemek anlamına gelir. İşte sınıf bilincinin eylemi belirleyici sayılması durumunda Marx'ın ayakları üzerine oturttuğu dizge, tersyüz edilmiş hatta alabora edilmiş olur. Bu durumda bilincin özdeksel olanın bir işlevi olduğu öne sürülerek savunmaya geçilmesine karşılık olarak özdeksel olandan beliren sınıf bilincinde belirleyici olanın ne olduğunu sorabilirim. Bu soruyu kaç kere yinelersem yineleyeyim, alacağım yanıtın her seferinde özdeksel koşullar olması gerekir. Yoksa düşüncelerin kendilerine belirleyici bir özellik yüklemekten, idealist bir yaklaşıma bulanmaktan kaçınmak olanaksız olur.
Özneden kaçış
Buna göre sınıf bilinci teriminin, sınıfın kendi çıkarlarıyla uyumlu davranıp davranmadığını belirtmek dışında bir anlamının olmadığını görürüz. Bu yaklaşım, bireyin bilincinin kendi çıkarıyla uyumlu olması gerektiğini bir ilke olarak benimsiyor görünür. Aynı biçimde, bir sınıfın kendi çıkarıyla uyumlu eylemleri seçmesi, edimselliğini bu çıkarlara uyacak biçimde kurması gerektiğini savunmak anlamına gelen kendinde sınıf ve kendisi için sınıf terimleri, söz konusu çıkarları belirleyici kılar. Ancak tarihsel açıdan belirleyici olan çıkarlar değildir. Çıkarlar içinde bulunulan bilinç durumuna bağlı oldukları için nesnel ve özdeksel nitelikte olamazlar.
Özdeğe dönüş
Özdek ile düşünce arasındaki ilişkide tam bir uyumdan söz edemeyecek oluşumuz, düşünce ile edim arasında ortaya konulan sözde ayrımı alaşağı etmemize yardımcı olabilir. Çünkü düşüncenin edime nasıl dönüştürülebileceğini sormanın kendisi bile dünyayı düşünceden yola çıkan bir bakış açısıyla kavramaya neden olur. Oysaki düşüncenin belirleyici oluşu, özdeksel koşulların bir çeşit yansıması oluşundan kaynaklanmalıdır. Yani belli koşullarda nasıl eyleyeceğini belirleyen kişinin her zaman özdeksel koşullarının edime bir bakıma çevirisini gerçekleştirdiği söylenebilir. Burada kendi koşullarını kavramanın anlıksal (intellectual) bir süreç olarak değerlendirilmesi durumunda, kendi için sınıf ve kendinde sınıf gibi anlıksal yetenek düzeyine bağlı olarak biçimlenen nitelemelere varılmasının neden hatalı olduğunu gösteren bir vargıyla karşılıaşırız. Yani yaşamayı eylem ve düşünce olarak ikiye bölmenin getirdiği bir sakıncayla birine öbürü üzerinde yetke tanınması hatasına düşülür. Yaşam, birbirinden kopuk ve ayrık şeylerin etkileşimiyle açıklanamaz. Yaşamı açıklamak, yaşamın kendisini hiçbir zaman veremez. Yaşam, kendisini dayatırken açıklamalarımıza kendini uyarlamaz, biz açıklamalarımızı yaşama uyarlarız. İşte Marx'ın yönteminde yaşamı açıklamanın yaşamla içiçe olması gerekliliği bundandır. Kuram ve eylem arasında bir ikilik kurmak, bu bakımdan yaşamdan yabancılaşmanın sonucudur. Dünyayı açıklamaya çalışan felsefeciler onu değiştiremezler, yaşamayı anlamaya çalışan felsefeciler onu değiştirecektir.
Ne yapmalı değil nasıl yapılır
Öte yandan, her bir insanın nesnel olarak neden ve öznel olarak niçin belli biçimde davrandığını açıklamanın olanağını sunan bir kuram olarak Marx'ın kuramında özyinelemeli (recursive) bir niteliğin bulunduğunu söyleyebilirim. Eğer insanın neden ve niçin eylediği biçimde eylediğini açıklamak bu kuram ile olanaklıysa bizim Marx'tan alabileceğimiz eylem önerisi nedir? Burada bir soluklanmak gerekiyor. Marx'ın kuramı evrensel ve gerçek bir açıklamayı ortaya koymuş olmak savını içeriksel olarak değil biçimsel hatta yöntemsel açıdan öne sürmektedir. Buradan anlaşılması gereken, Marx'ın kendi içeriksel, somut çözümlemelerinin eleştiri ve yanlışlamaya uğratılabileceğidir. Ancak kuramın yöntemsel yönünün eleştiri ve yanlışlamayla sarsılması başka bir iştir. Bence soruna bu açıdan bakıldığında, Marksizm'in çöküşü ya da kuramın dünyayı açıklamak ve yönlendirmekteki başarısızlığından söz açıldığında savunulması gereken cephenin Marksizm-Leninizm, Maoculuk vb. somut uygulamalar değil tarihsel özdekçilik olduğunu söylemenin devrimsel özelliği anlaşılabilir. Sonuçta eytişimsel özdekçilik durduğu yerde durmakta, bugün en sağlam felsefe kuramı ve yöntemi olarak gerçekliği en başarılı biçimde açıklamaktadır.